Üstad Sezai Karakoç’un ismini ilk kez 1977 yılında Niğde’de, zaman zaman uğradığım bir kitapçıda duymuştum. Aynı zamanda bu mekânda oturup sohbet imkânı da oluyordu. Bir seferinde Sezai Karakoç’un kitapları ve Diriliş dergisi üzerine konuşuluyordu. Kitapçıdan “Kıyamet Aşısı” adlı eserini aldım ve okumaya başladım. Bazı yerlerini o gün için tam olarak anlayamasam da etkili ve farklı bir eser olduğunu sezmiştim. Sezai Karakoç’u ilk ziyaretim ise 1986 yılına rastlar. Bir arkadaş grubuyla Cağaloğlu’ndaki yerine gitmiştik. Bize nereli olduğumuzu ve ne iş yaptığımızı sormuştu. Hatırladığım kadarıyla üstad, o ziyaretimizde gazete ve derginin öneminden bahsetmişti ve dağıtım sorunu nedeniyle Diriliş’i çıkaramadıklarını söylemişti.
   Daha sonraki yıllarda görev yerimin Gebze’de olması ve mesafenin yakın olması sebebiyle üstadı birçok kez ziyaret etme imkânı bulduk. Hatta 90’lı yıllarda arkadaşlarımızın davetiyle, Diriliş Partisi genel başkanı olarak üç kez Gebze’ye de gelmişti. Yaptığı konuşmaları merak ve heyecan içinde dinlemiştik. Bu konuşmalardan biri Kanal 7 televizyonunda da haber olmuştu. Diriliş Partisi 1997 yılında Anayasa Mahkemesi tarafından üst üste iki seçime katılamadığı gerekçesiyle kapatıldı. Sonraki yıllarda ‘Yüce Diriliş Partisi’ ismiyle tekrar kuruldu ve faaliyetlerine halen devam ediyor.
   İlgiyle okuduğum eserlerin başında biyografi ve hatıra türü kitaplar gelir. Hatıralar, yaşanmış olay ve tecrübelerden oluştuğu için önemlidir. Birçok konuda bize yol gösterdiği gibi aynı hatalara bir daha düşmemek için de uyarı vazifesi görürler. Ülkemizde yakın tarih pek anlatılmadığı için veya kısmen anlatılsa bile tarafsız bir şekilde anlatılmadığı için bazı gerçekleri hatıralar sayesinde öğrenebiliyoruz.
   Sezai Karakoç’un hatıralarının bir kısmı ilk kez 1988-1992 yılları arasında çıkan haftalık Diriliş dergilerinde yayınlanmıştı. Orada okumuştum. Üstadın vefatından sonra ‘Hatıralar’ iki cilt halinde Diriliş yayınları arasındaki yerini aldı. Hatıralarda ismi geçen kişilerin, çoğunun hayatta olması nedeniyle veya başka sebeplerden dolayı yaşananları yazıp yazmama konusundaki tereddütlerini ve üzüntüsünü belirterek şunları söylüyor:”…Geriye dönmek belki kimileri için çok zevkli bir uğraştır. Ama benim için hiç de öyle değil. Baştan beri bir daha yaşamak demek olan hatıraları gözden geçirmek, ateşten bir azab demek benim için. Ama öyle de olsa tecrübelerimizden yararlanacak birkaç kişi çıkacaksa, bu azaba katlanmağa değer. Geçmiş çok azizdir bende. Fakat onu yeniden yaşamak, ıstırap kaynağı. Hele onu anlatmak, daha da beteri…(Sezai Karakoç, Hatıralar, 1.Cilt, s.15)
   Hatıralarda anlatılan o kadar çok konu var ki, bunlardan etraflıca bahsetmek bu yazının sınırlarını aşar. Kitabın baş taraflarında kendisiyle ilgili yazılan ve söylenen bazı yanlışları belirtiyor ve bunlara tek tek cevap vermediğini bu hatıraların bunlara toptan bir cevap olduğunu söylüyor. Daha sonra doğup büyüdüğü Ergani’yi, aile çevresini ve çocukluk yıllarını anlatıyor. O dönemlerle ilgili anlattıklarından bir bölüm:“Yine o yıllardan hatırladığım bir manzara, beyaz bir Kıbrıs eşeğine (ki bizde Şam eşeği denirdi) binip giden yaşlı, gözleri görmeyen bir kişinin görünüşüydü. Adam, dağdaki bahçesine, bahçesinden evine eşeğinin sırtında gider gelirdi. Epey mesafe vardı arada. Yol, dağ yoluydu, patikalar, yokuşlar çakıllıydı. Ama eşek, yolu çok iyi bildiğinden, sahibini getirir götürürdü. O kişi de Cihan Harbi’nde İngilizlere esir düşmüş ve Hindistan’a götürülmüştü. Orada gözüne mil çekmişlerdi. O yüzden gözü görmez olmuştu. Çocukluğumda onu her gördüğümde İngiliz zulmünü hatırlar, Müslümanların hiçbir esire böyle bir muamele yapmayacağını düşünür, batılılarla aramızda farkı az çok idrâk ederdim.” (1.Cilt, s.119)
   İlkokul, ortaokul ve üniversitede yaşadıklarını, öğretmenlerini, üniversite hocalarını anlatıyor ki, bu anlatılanlar eğitimimizin geçirdiği aşamalara da ışık tutuyor. Hatıralarını anlatırken düşüncelerini de belirtiyor ve şunları söylüyor:“Türkiye’de bir değişim olmasını, her konuyu derinlemesine inceleyecek bir kadronun yetişmesini, Tanzimattan, hatta biraz daha öncesinden yanlış, eksik ve sathi olarak ele alınan toplum gidişinin yeni baştan ve temelden gözden geçirilmesini, bu yeniden oluşu gerçekleştirecek idealistler kadrosunun doğmasını kendimi bildim bileli bir kurtuluş çaresi gibi benimsemiştim. Disiplin, düzen âşığıydım. Peşin hükümlere karşıydım. Din, başkalarının öyle görmesine karşın, bende peşin hüküm gibi değil, varlığın temel kaynağı, varoluş sebebi, dünya görüşü ve metafizik bir sistemdi. Tarihimiz de onun dışa vurumuydu bende. Ona karşı gösterilen horgörü beni ta yürekten yaralamıştı çocukluğumdan beri. Bu yüzdendir ki, hüzün, psikolojimin ayrılmaz çehresi ve çerçevesi gibiydi. Kendime güvenim de olmasaydı o yıllarda yıkılmam son derece kolaydı. Tüm üniversite öğrencileri aynı klişeleri ezberlemiş, durmadan tekrarlayan robotlar gibi bir manzara çiziyorlardı adeta çevremde. Özgün kültür ifadeli olanlar son derece azdı.”(1.Cilt, s. 317)
   1950 öncesi tek parti dönemini, 2. Dünya Savaşı ve kıtlık yıllarını, Menderes dönemini, 1960 ihtilalini, 12 Mart ve 70’li yılları anlatıyor. 60 ihtilalini ve o günlerin psikolojisini anlattıklarından bir bölüm:“…Van’da tanışmış bulunduğumuz Servet Mehterbaşıoğlu (gazeteci yazar) ve diğer arkadaşlarla oturup da rahatlıkla konuşacağımız bir yer kalmamıştı. Sanki her yer casus dolmuştu. Oysa biz D.P.’li değildik. Fakat öyle görünüyordu ki, nefes aldırmayan bir baskı rejimiydi gelen. Konuşmak için hiçbir yeri emniyetli görmüyorduk. Nihayet camiye girdik. Cami bize güvenilir tek yer olarak göründü. Bir kez daha anladım ki, hakiki anlamda emin yer ancak Allah’ın evi olan camidir. Ve yine anladım ki, tek hakiki özgürlüğü insana ancak cami verir.” (2. Cilt, s.163)
   Hatıralarda birçok isim geçiyor. Çoğunluğu, toplum hayatında etkin bir durumda olan bu kişilerle ilgili o günlerde yaşananları anlatıyor ve çeşitli değerlendirmelerde bulunuyor. O isimlerden bazıları şunlardır: Bediüzzaman Said Nursi, Necip Fazıl, Osman Turan, Abdullah Işıklar, Kamil Öztürk, Peyami Safa, Nurettin Topçu, Şevket Eygi, Mahir İz, Erol Güngör, Mehmet Genç, Fethi Gemuhluoğlu, Münevver Ayaşlı vb…
   Büyük Doğu, Şiir Sanatı, Mülkiye dergisi, Yeni İstiklal, Yeni Ay, Hilal, Hisar vb. dergileriyle ilgili düşüncelerini belirtiyor ve birkaç dönem çıkan Diriliş dergileriyle ilgili de geniş bilgiler veriyor.
   Sabah gazetesi ve Milli Gazete’de makale yazması sürecindeki izlenimleri, Tercüman ve Bugün gazetesiyle ilgili yaşananları ve düşüncelerine de yer veriyor Hatıralarında.
Adnan Menderes, İsmet İnönü, Hasan Ali Yücel, Namık Gedik, Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan, Alparslan Türkeş, Bülent Ecevit vb. gibi siyasi kişiliklerle ilgili gözlemlerini ve düşüncelerini yazıyor. Anlatılanlardan bir bölüm:“…Ülkenin yarası derindedir. Yüzeyden bir takım pansumanlarla tedavi mümkün değildir. Bu yüzden, sırf politikacılıkla yapılan hizmetin sınırlı kaldığını söyleyebilirim. Hatta politikacılar, körü körüne partizanlıktan ve iktidardayken ellerindeki imkânlar sebebiyle kendilerine gösterilen gayr-i samimi saygıdan öte, halkın gerçek sevgisi ve takdirine dayanan bir saygınlık kazanamamışlardır günümüzde. Politika için politika mesleği, demokrasi rejimini de diğerleri gibi içten yaralayan bir ahlak sorunu olarak duruyor insanlığın önünde…” (1.Cilt, s.363)
   Çeşitli edebiyat tartışmaları, yazdığı ilk şiir, kaybolan şiirleri, Hızırla Kırk Saat, Kar şiiri, Ötesini Söylemeyeceğim gibi şiirlerinin yazılış hikâyelerini, çeviri konusu ve çeviri şiirleri hakkındaki düşüncelerini de anlatıyor.
   Maliye Bakanlığı’nda Gelirler kontrolü olarak çalıştığı yıllarda Anadolu’daki birçok il ve ilçeyi dolaşmış ve oralarda karşılaştığı insanlar ve yaşadığı olaylarla ilgili izlenimlerini dile getiriyor. Anlatılanlardan bir bölüm: “Anadolu kasabalarında aylarca bir odaya kapanıp geceli gündüzlü çalıştıktan sonra İstanbul’a dönmek… Böyle bir dönüşte İstanbul adeta çarpıyor insanı. İnsan, bir süre uzaklaşınca doğduğu şehirmiş gibi özlüyor İstanbul’u. Hatta İstanbul’da bile, bir süre gidilmeyen semtler özlenir. Bu yüzden, İstanbul’dayken de adeta şehir içinde bir gezgindim. Semtlerini dolaşmışımdır hep yıllarca. Beyazıt ve çevresini merkez gibi düşünürsek, Eyüp, Fatih, Emirgan, Kanlıca, Üsküdar, Beşiktaş, her semti ayrı bir güzellik ve özellikle çeker insanı zaman zaman. Yazın birkaç Pazar da Adalar’a gidilebilir. İstanbul insanın içindedir sanki. Zaman zaman bir semti su yüzüne çıkar ve hatırlanır. Artık oraya ilk fırsatta gitmeye bakarsınız. Şimdi, ne yazık ki, o eski İstanbul’dan eser kalmadı. Betonlaşma tüm semtleri birbirine benzer hale getirdi. Özellikler kayboldu. Deniz, kirlendiği için, kıyısına gitmek isteğini duymuyor insan. Durmadan yok edilen çınarlar ve çamların yerine dikilen beton binalar, İstanbul’un iklimini de değiştirdi. Eskisi gibi rüzgârlar esmiyor, yağmurlar, karlar yağmıyor, poyrazlar ve lodoslar olmuyor. Sanki bir İstanbul gitti, yerine bir başka İstanbul geldi…” (2. Cilt, s. 105)
   İstanbul’un farklı semtlerinde ikamet etmesi ve yaşanan durumlarla da ilgili birçok anekdot var hatıralarda…“Beşiktaş’ta Abbasağa Parkı’nın yanındaydı evimiz. Pencerelerimiz, Serencebey Camiine bakıyordu. Kışın bile yeşildir oralar. Parkın üstünde de ufak bir kahve vardı. Babam, bazı günler o kahveye giderdi. O kahveye gayrimüslimlerden de gelenler olurmuş. O vakitler, İstanbul’un her semtinde gayrimüslimler vardı. Şehrin nüfusu bir, bir buçuk milyon kadardı. Birçok semtte gayrimüslimlerin havası hâkimdi. Beşiktaş’ta çok değillerdi. Babam, yine bir gün kahveye gittiğinde masasına iki ermeni oturmuş. Derken konuşma din tartışmasına dönmüş. Babam, islamı anlatarak, överek onları dinimize ısındırmağa çalışıyormuş. Biri hiç konuşmayıp dinliyormuş. Biri ise sürekli itiraz ediyormuş. Bir hayli konuştuktan sonra, o hep susan ermeni arkadaşına: “Ne itiraz edip duruyorsun? Bizim dinimizde ne namaz var, ne oruç, zayıf bir dindir. Kalk gidelim…”demiş. Kaçıp gitmişler. Herhalde biraz daha kalsalar dinlerini kaybedeceklerinden korkmuşlar…” (2.Cilt, s.47)
   Marmara, Beyazıt, Eftalikus, Meserret gibi kahvehaneler, Baylan pastanesi, Aydınlar Ocağı, Fikir Klübü gibi mekânlar ve bu mekânların müdavimleri hakkında da izlenimlerini anlatıyor. Askerlik hatıraları, bazı kitaplarından dolayı devam eden davalar ve mahkemelerde yaşananlar…6-7 Eylül olayları, 1968 öğrenci hareketleri, Kıbrıs harekâtı. Sağ- sol çatışması ve sokak olaylarıyla ilgili izlenimlerine de yer veriyor.
   Kendisinin geçirdiği hastalıklar, anne, baba, kardeş ve diğer yakınlarıyla ilgili hastalık ve ölümlerle ilgili yaşadıklarını ve üzüntülerini dile getirdiği satırlar yer alıyor. Babasının vefatıyla ilgili şunları söylüyor: “18 Kasım 1963. Babamın ölüm haberi, beni ta yüreğimden yaraladı. Gece vakti Yenikapı’ya koştum. Ancak denizin sonsuzluk hissi veren büyüklüğünde teselli aradım. Otuz yaşındaydım. Düşüncenin kesinleştiği yaş dönümünün tüm derinliğiyle sıkıntısını yaşadığım bir yıldayım. Tifo gibi ağır bir hastalık geçirmiştim. Şimdi de babamı kaybetmiştim. Annemi zaten yirmi dört yaşındayken yitirdiğimi daha önce yazmıştım. Babam ve annem, baba ve anne olmaktan öte ruhumun ve maneviyatımın da baba ve anneleri idiler. Mizaç ve ruh itibariyle onlara çok şey borçluydum…” (2.Cilt, s.261)
   Kitaplarına almadığı bazı yazılarına da yer vermiş hatıralarında.  Çeşitli tasavvuf, tarikat ve cemaatlerle ilgili gözlemleri ve bu konularla ilgili düşünceleri… Kendisine verilen ödüller…
   Sezai Karakoç ismiyle adeta bütünleşmiş olan Diriliş hareketiyle ilgili de çok şeyler anlatıyor. İşte onlardan bazı satırlar:“Diriliş bütün bu güçlüklere rağmen yoluna devam etti. Yayınladığı nice metinler, çeviriler, sonradan hep kitap oldu. Ödüller aldı. Ama o kitapları yayınlayanlar, o ödülleri verenler Diriliş’in hakkını itiraf etmediler. Daha sonra Diriliş haftada iki kez çıktı bir süre. Kitaplarımız yayınlandı. Birçok baskılar yaptı eserlerim… Diriliş Allah’ın izniyle yaşamasını bin bir güçlük içinde de olsa sürdürdü. Sürdürüyor. Necmeddin-i Kübra Hazretlerinin bir sözü çıkmıştı bir kitabı şöyle açtığımda:”Mumunu, rüzgârdan korumasını bil.” Çok fırtınalar esti. Fakat biz Allah’ın yardımıyla Diriliş’in sönmemesi için elimizden geleni yapmaya çalıştık. Ben ve arkadaşlarım.” (2.cilt, s.448)
   Yaklaşık bin sayfadan oluşan Hatıralar, merakla ve bir solukta okunacak kitaplar arsındadır. Ondan ve diğer eserlerinden öğreneceğimiz daha çok şeyler var. Sezai Karakoç 2021 yılında aramızdan ayrıldı. Geriye, başta hatıralar olmak üzere birçok eser ve Diriliş davasını anlattığı konuşmalar bıraktı. Allah rahmet eylesin. Mekânı cennet olsun.