Kısık Sesler, Yarım Dualar ve Eksik Helallikler

Sıradan bir sessizlik değildi bu. Rüzgârın eğdiği bayrağın dalgasında, annenin gözyaşında, çocuğun anlayamadığı kalabalıkta yankılanan bir sessizlikti. İçinde kırılmışlığın, eksikliğin, unutulmuşluğun çığlığı vardı. O sessizliğin adı: Şehit Uzman Çavuş Enver Yaman.

Abone Ol

Bir kahraman daha, bu toprağın bağrına emanet edildi. Ama bu defa, uğurlarken sustuk. Sadece gözlerimizle konuştuk. Çünkü mikrofonlar sustu, ses gitmedi, kelimeler yarım kaldı. Yüzlerce insan saf tuttu ama ne denildiğini duyamadı. Ne "Allahu Ekber" yankılandı ne de "Hakkınızı helal ediyor musunuz?" sorusu duyuldu. Belki sorulmadı bile. Kimse şehidimize yüksek sesle "Helal olsun" diyemedi.

Memleketin dört bir yanından yüzlerce insan, Enver Yaman’a veda etmek için saf tuttu. Herkesin yüreği ağzındaydı, herkes dua için oradaydı. Ama... Ne yazık ki, dualar yankılanmadı. Mikrofonlar ya çalışmadı ya da çalışır gibi yaptı. Cenaze namazının en kıymetli anlarında ses kısık, kalp doluydu ama yönsüzdü.

Her yıl şehirlerin meydanlarında milyonlar harcanarak yapılan konserlerde en ufak bir aksaklığa bile tahammül gösterilmezken, neden bir şehit için yapılan tören bu kadar eksik, bu kadar yarım olur? Dev ekranlar, yüksek ses sistemleri, ışık oyunlarıyla donatılan eğlencelere gösterilen özen, neden bir veda törenine gösterilmez?

Peki nasıl olur da bir veda, bu kadar eksik kalır?

Nasıl olur da bir milletin evladına edilen son dua, mikrofon kablosuna takılır?

Bu sadece bir teknik aksaklık mıydı? Yoksa, daha içten bir dağınıklığın sessiz göstergesi mi?

Konser meydanlarında tek bir nota yanlış çalınmasın diye binler harcanırken, şehidimizin son vedasında neden bir mikrofon bile düzgün çalışmaz? Neden konserlerde yankılanan ses sistemleri, bir şehidin cenazesine gelince susar?

Oysa bir şehidin arkasından dökülen her kelime dikkatle seçilmeli, her adım özenle atılmalıydı. Çünkü o, bu vatan için en kıymetlisini verdi: Canını. Biz ise ona sesimizi bile tam veremedik.

Sıvasız Evler, Dimdik Duran Yürekler

Yine aynı sahne...

Yine bir sıvasız evin önünde yanan ocak…

Yine Enver gibi çocukların sessizce büyüyüp, gürültüsüzce şehit düştüğü bir hikâye.

Neden hep aynı evler yanıyor?

Neden hep Ayşe teyzenin, Ali amcanın ocağına düşüyor ateş?

Neden bu vatanı hep dar kapılardan çıkan yiğitler tutuyor ayakta?

Belki cevabı çok açık: Çünkü o çocuklar vatanı, sadece bir toprak değil; bir emanet, bir namus olarak görüyor. Çünkü onlar öğretilmiş değil, doğuştan inanmış oluyorlar. Yüreği ay yıldızla atan, sabahı ezanla açan çocuklar onlar. Evet, belki evleri sıvasız, ama inançları sapasağlam. Onlar, vatanı omzunda değil, ruhunda taşıyan çocuklar.

Ne acı ki; onların ardında bıraktıklarına biz eksik kalıyoruz.

Bir törenin kusursuz geçmesi, o çocuğun hakkıdır.

Bir helalliğin yüksek sesle alınması, anasının duasına kavuşmasıdır.

Bir mikrofonun çalışması, vicdanın çalışmasıdır aslında.

Alışmak, En Sessiz Felakettir

Bu ülkede en büyük tehlike artık alışmak...

Şehit haberlerine alışmak…

Sıvasız evlere düşen ateşe alışmak…

Eksik vedalara, sessiz törenlere alışmak…

Rahmetli Muhsin Başkan’ın dediği gibi: “Şehit vermekten daha acı bir şey varsa, o da şehit haberi almaya alıştırılmış bir toplum olmaktır.”

Ve biz alıştık.

Her yeni şehitte başımızı öne eğiyor ama alışkanlıkla susuyoruz.

Cenazeye gidiyoruz ama mikrofon çalıştıramıyoruz.

Dua ediyoruz ama duyan yok, helallik alıyoruz ama sadece içimizden...

{ "vars" : { "gtag_id": "G-815M9GDBNG", "config" : { "G-815M9GDBNG": { "groups": "default" } } } }